Murathan Mungan:
"Olgunluğumun saltanatını sürüyorum artık"
Sevin Okyay, Radikal, 26 Temmuz 2007
Sinema üzerine yazanların eskiye göre daha dolu olduğunu söyleyen Murathan Mungan “Bütün kültürel dokuda değişme var ve işte eğitimli, bilgili, daha doğrusu vasıflı insan azalıyor. Türkiye'nin şu andaki ciddi sıkıntılarından bir tanesi vasıflı insan. Kitapta Türk sinemasına ait bölümde de var ya, işte reklamın, bilmem nenin getirdiği teknik ekipman zenginliği var ama en ufak bir hayal gücü, bir zenginlik, bir ruh derinliği, bir büyük cümle kurabilme becerisi görmüyorum,” diyor.

Murathan Mungan: Önce ben sorayım: Kitabı nasıl buldun? Öyle başlamak isterim. Ne kadarını okuyabildin, bakabildin?
Sevin Okyay: Hepsini okudum.

Mungan: Ne diyorsun? Nasıl bir toplama olmuş?
Okyay: Çok hoşuma gitti. Yani senin de dediğin gibi: 'Yitirdikleri günlerin ruhu, üzerlerinden geçen zamanın dokusu muhafaza edilmiş olarak' toplanmış olması.

Çapakları biraz ayıkladım diyorsun.

Evet. Şimdiki okuru yormamak lazım. O bizim maceramız çünkü.

Evet ama işte onun korunmuş olması da güzel. Sonra son bölümdekiler var, ne çok yazı yazmışsın mart ayında.

Evet.

O yazılanlar bir macerayı başından alıp sonuna kadar getirmiş. Ve yazıldığı dönemi de bozmamış, onu da bir ölçüde yansıtmış. Onun için bence, o gayet iyi. O iki defterin kayboluşuna çok üzüldüm.

Öyle bir duygu değil mi o? Allah bilir o yeniyetme aklımla neler yazdım ama, sayfa düzenini bile hatırlıyorum. Aslında hikâye ne, biliyor musun? İnsan hep kendi çekirdeğini kurcalıyor. Yani bu kitap aslında o iki defter, benim için. Bir de, şu senin beğendiğini söylediğin şey, yaratıcı yazar olmakla çok ilgili. Yani, yazıyla edebiyatçı olarak ilişkin, ne yazarsan yaz, ister spor yazısı yaz, ister at yarışları üzerine olsun edebiyatçı gözü ve eliyle yapmış oluyorsun.
       Yazarlık çok uzun bir süreç ve mezuniyeti yok. Örneğin yazılanların bunca birikerek şimdi gün ışığına çıkması, martta benden bu kadar çok yazının çıkmış olması, benim arka arkaya şarkı sözlerini, denemeleri hikâyeleri çıkartmam... Galiba düğümü şu cümlede gizli: "Ben olgunluğumun saltanatını sürüyorum artık". Yani, yılları iyi biriktirmişim diye düşünüyorum. Hayatın fani ve tali yüklerini indirdim omuzlarımdan. Benim yazıya başladığım yıllardaki eş dost eğitimimde öğrendiğim, bildiğim, Ankara'dan getirdiğim bir şey vardır. Hep söylerim ya, Ankara büyük bir çalışma odasıydı. Bilge Karasu'ya bir metin verdiğim zaman bir hafta titreyerek beklerdim, "Ne diyecek?" diye. Murat Belge'nin de bende hakkı vardır. Birikim dergisinde yazmaya başlamıştım. Tek tek her yazımı okur, mektup yazardı. Ve ne olursa olsun, solculuğun bende canlı kalan yanına çok yaslanıyorum. Yani solun ahlakına, hayal gücünü koruma sadakatine. Bu nedenle her kelimede, her harfte, her cümlede aslında yılların gölgesiyle, yılların ışığıyla hareket ediyorum. Etmeye çalışıyorum.
       Bir de o yılların kültürel zenginliğinden çok heyecanlandım ve çok da özledim tabii. Ne kadar çok şey okunabilirdi, ne kadar çok dergiye yazılabilirdi!
       Evet, evet. Bir de beslenme açlığı daha yüksekti. Mesela şimdi kültürel anlamda çok daha büyük bir pompalanma var, ama açlık, bizim zamanımızın açlığı, işte o yok diyeyim. Daha çok şimdi tüketme üzerine kurulu. İşte sadece bilmiş olduğunu göstermek için biliyor. Galiba bizim zamanımızda kültür sanat da geleceğin, gelecek tasavvurunun bir parçasıydı. Bir şimdiki zaman tüketim aygıtı değildi. O heyecanla, bir de kıtlıktan çıkmış gibiydik yani değil mi? Daha taze zamanlar diyelim.
       Herkesin birbirinin kalp çarpıntısını daha çok duyduğu zamanlardı. Şimdi daha çok aklın, matematiğin, hesabın işlediği bir çağa, döneme geldik. Bu da işlere yansıyor. Sanat ve kültürde mühendislik projelerini önemsemiyor değilim. Ama sadece mühendisliğe indirgenmesine itiraz ediyorum. Yani bu post-moderniteyle ilişkiye girme biçimindeki, şu an, çağın en büyük zaafının bu olduğunu düşünüyorum. Uygulanabilir şablonlar ve formüller çağında yaşıyoruz.

Bir sinema zenginliğinden de söz ediyorsun, Fransız Kültür vs. Şimdi onlar da o kadar zengin değil.

Bir de zaten artık daha çabuk yansıyor bize. Mesela, Sinema Günleri bize, Uzakdoğu sinemasını, bağımsız sinemayı, birçok şeyi tanıttı.

Hakikaten üzerimizde çok hakkı var, çünkü hem Sinematek gibi, hem de yeni filmleri tanıtan festival olarak iş görüyor.

Ben Ankara'dan İstanbul'a geldiğimde, bilirsin benim o zamanlarımı, Beyazıt'taki sahaflardan birine mesela Aslan Kaynardağ'a bir kitap adı söylersin, bir lafınla bulur, buluştururlardı. Şimdiki sahafların çoğu da aslında ikinci el kitapçılara dönüştü. Yani bütün kültürel dokuda bir değişme var ve işte, eğitimli, bilgili insan, daha doğrusu vasıflı insan azalıyor. Türkiye'nin şu andaki ciddi sıkıntılarından biri de vasıflı insan. O Türk sinemasına ait bölümde de var ya, işte reklamın, bilmem nenin getirdiği bir teknik ekipman zenginliği var, ama en ufak bir hayal gücü, bir zenginlik, bir ruh derinliği, bir büyük cümle kurabilme becerisi görmüyorum.

Türk sineması dedin de, mizansen bölümünde biraz zalim davranmışsın.

E, yani sanat söz konusu olduğu zaman insan önce kendine, sonra karşı dünyaya zalim olmalı. Çünkü bu iş senden böyle bir emek, bu çeşit bir dikkat ve adalet bekliyor. Dramatik sanatlar bize kendi hayatımızın modellerine, ilişki biçimlerine ait bir şeyler söylediği için biz o kadar ilgileniriz. Yani, ister bir Fellini filmi olsun, ister bir televizyon dizisi, herkes kendi hayatıyla seyrettikleri arasındaki koridorlardan geçmek ister. Sinema üzerine yazı yazanların da hep "A, ben bunu görmemiştim, fark etmemiştim," dedirtmesini beklerim. Çünkü, sinema üstüne yazı yazmak aynı zamanda görme biçimleri üstüne, algılama biçimleri üstüne yazı yazmaktır. Ama o konuda bizde iyi isimler var Sevin. Eskiden daha azdı mesela, şimdi sinema üstüne yazanlarda daha bir doluluk görüyorum ben. Aslında bir parçalanma süreci bu. Ama, bütünlenmeye doğru giden bir parçalanma süreci olduğunu düşünüyorum. Yani, bu böyle gitmeyecek. Bir şeyler değişecek. İşte onun için söylüyorum, insan malzemesini, kendini o değişimlere, o günlere hazırlıklı kılmalı.

Kitabın önsözünde diyorsun ki, 'Sinema sevmek kolaydır, edebiyat sevmek zordur.' Çok kısa da bir açıklama yapmışsın, bu konuda biraz bir şeyler söyler misin?

Sevin sen de bilirsin ki, sinema edebiyata göre insandan daha az emek ve dikkat bekleyen bir sanat. Ve edebiyat zihin işletmeyi daha etkin kılan bir sanat. Oysa, sinema daha hazır, daha paketlenmiş, elbette kendi içinde katmanları var, ama edebiyatla karşılaştırıldığında daha paylaşılabilir, daha çabuk alımlanabilir, daha kolay tüketilebilir. Dolayısıyla referandum yapsan, insanların büyük çoğunluğu, 'Sinemayı çok severim, boş zamanlarımda sinemaya giderim' diyeceklerdir. Edebiyat sevmek, hele hele iyi edebiyat, has edebiyat sevmek daha zor bir şeydir. İnsandan daha çok emek, çaba, dikkat, zaman, sabır, bilgi ister; kalbini ve aklını kullanma yetisini ister. Oysa, insanlar daha pratik olanı tercih ederler. Bu, bu türlerin doğasına var. Örneğin, çok iyi bir romandan niye o kadar da iyi bir film yapılamıyor? Sen, çok iyi bir Dostoyevski filmi seyrettiğini söyleyebilir misin?

Söyleyemem.

Çünkü, edebiyatın zorlu katmanları var. Bu anlamda edebiyatı sisteme en teslim olmayacak sanat diye de görüyorum ben. Çünkü, algıya, zihnin bireyselliğine müdahalenin en zor olduğu sanat, çünkü insanın hayal ve kurgulama gücüyle en baş başa kaldığı sanat. O yüzden de, bunları ayrı ayrı sevme bilgisini önemsiyorum. Ben bir filme gittiğim zaman, yönetmenden benim kendi okumamı çekmiş olmasını beklemiyorum. Herkesin 'Madame Bovary'si başkadır.

Okurun kafasındaki dünyaya uymuyor.

Uymuyor, evet. Bunu sinemacılar da söylüyorlar. Ama ben bir edebiyat uyarlaması filme gittiğimde, kendi içinde ne yapmış diye bakarım. Bir tek, şeye çok dikkat ederim. Yönetmen, kitabın temel derdine, yazara o kitabı yazdıran temel meseleye ihanet etmediyse, sorun yoktur. Bazen iyi romanlardan iyi filmler de çıkar. İşte, Saatler. Hem kitap çok iyi, hem film.
       Bir şey daha söylemek isterim. Bizim ülkemizde, sinema edebiyatçı ilişkilerinde yazarların iyi değerlendirilmediğini düşünüyorum. Yeşilçam edebiyatçıyı senarist olarak kullanırken bir tür entelektüel kalite garantisi olarak, anlaşılmayan cümleler, edebi diyaloglar için kullanılmış. Edebiyatçıya tam ne istendiği belki anlatılamadı. Edebiyatçı da sinema konusunda kendi rolünün ne olduğunu pek anlamadı. Yani, nasıl olsa yazardır bu, senaryo da yazar, oyun da yazar, dendi. 80 sonrası entelektüel olmaya karar veren yönetmenlerin çektiği filmlerdeki diyalogları hatırla, dönem romanlarının o, yapay sözleri çok. Bütün bu işlere bulaşmış biri olarak, yazarlıkta hâlâ en zor olanın oyun yazmak olduğunu düşünüyorum.

Neden Murathan?

Bir kere, teknik olarak çok zor iş, oyun kurma kavramını iyi bilmek gerekiyor. Bir de bizim dünya tiyatrosunda hâlâ söz alamıyor olma nedenlerimizle de ilgili. Hikâye de öyledir ya, yazar anlatır. Yani bir, Sevin'le Murathan'ın karşılaşmasında okura mesafe, pay bırakmaz. Senin adına da yazar konuşur, benim adıma da yazar konuşur. Durumu da yazar tarif eder. Tahlili de yazar yapar. Okura da yapacak bir şey kalmaz. Oysa, mesela, Amerikan drama sanatı geleneğinde hikâyeden beslenen bir yanı var dramaturjinin. Şimdi Sam Shepard, David Mamet gibi oyun yazarları durduk yerde çıkmıyor ki, arkalarındaki geleneği sürükleyen ciddi motorları var. Bir ucu Eugene O'Neill'lara giden bir tiyatro geleneği var. Ve yazdıklarını sınama alanları çok zengin. Yani Amerika'daki oyun yazarları bir oyun yazdığı zaman bilmem kaç tane eyalette birden oynanıyorsa, ikinci, üçüncü oyunda da çok şey öğrenmiş oluyorsun. Seyirci olarak da baktığında, dünya tiyatrosunda ne yapıldığını Türkiye'deki ne tiyatrocular, ne oyun yazarları, ne seyirciler bilmiyor.

İki tane seyirci yazın var. Çok eğlenceli ve çok doğru. Genelde seyirciyi yetersiz mi buluyorsun? Çaba harcamıyor mu?

Temel derdim olan görme biçimi. Nasıl görüyorsun ya da nasıl görmüyorsun? Nasıl hâlâ görmüyorsun? Ya da nelere kanıyorsun? Ben daha çok insanların bu tür zihinsel kırılmalara dikkatini çekmek için yazdım bu yazıları. Seyircilik o kadar da masum bir eylem değildir. Emek veren, çabalayan, anlamaya, kavramaya çalışan seyirci tercih ederim ben. Çok yönlü bakabilen, çekirdeği görebilen, alt katman okuyabilen seyirci, bu sadece akıl, kültürle ilgili değil. Bazen insanın sadece kalbini serbest bırakması bile birçok şeyi görmesine yetebilir. İçinize uyguladığınız baskı, kendinizi kuşatmanız, korkularınız da seyirciliğinizi engeller... Sadece filme değil hayata bakarken de bizi belirleyen daha bütüncül bir arızadan söz etmeye çalışıyorum. Klişe okumalar, her tür kolaycılık aslında bize dünyanın kapılarını kapatır. Kendi gördüğümüz kadarını bütün dünya zannederiz.

O sıralarda 'film analizi', 'film okuması' gibi laflar yoktu. Oysa o eski yazılarında böyle bir bütünleyici, bir yaklaşım var.

Her zaman bağlantılarla, bağıntıları çok önemsediğimi söyleyebilirim. Hem dünyaya bakışımda bu var, hem de unutma ben tarihsel ve diyalektik materyalizm günlerinin çocuğuyum. Dünyaya diyalektik olarak bakmak, olgular arasındaki bağlantıları kurmak dünya görüşümün doğasında var. Bu, tiyatro oyunları için de, sinema için de, roman için de, tabii hayat için de böyledir. Bir de benim de bir dramatik ilinti kurma dikkatim var. Çekirdeğimde böyle bir dikkat var, yazarken de mesela o katmanlı yapıları, simetrik kurguları bulduran şey, dünyayı da böyle düşünüyor, alımlıyor olabilmemle ilgili. Bir tür Matrix duygusu belki. Yalnızca aklınla değil, hislerinle, içgüdülerinle de işleyen bir dikkat.

Hep yazma alanı içinde olmak üzere çok değişik yerlere atlıyorsun. Bu, sende bir dağılma yapmıyor, tam tersine sanki toparlıyormuş gibi geliyor bana. Külliyat duygusu ondan mı geliyor acaba? Sadece çok yazmış olmandan değil. Bir dağıtıcılığı oluyor mu senin için, böyle bir şikâyetin var mı?

Bilirsin: Herkes bir başkası olmak ister. Zaman zaman bunaldığım, sıkıldığım, 'Keşke sadece bir tek şey yazsaydım' dediğim olmuştur elbet. Ama, bu gündelik şikâyetin geçene kadardır. Çünkü sen busun. Tabiatın kendini dayatır. Doğru çalışan bir ihtirasım var. Her zaman yeteneklerini, kendini ve koşulları gözden geçiren bir ihtirastır bu. Açıkçası şunu söyleyeyim, benim kıymet verdiğim birileri çıkıp da bana işte "Ya Murathan, senin hikâyelerin beş para etmez, ama bak ne kadar güzel şiir yazıyorsun kardeşim," deselerdi belki vazgeçerdim birinden. Yazdıklarım için güzel şeyler söylendi, güzel şeyler işittim. Ben bir de malzemenin sesini dinlemeyi biliyorum. Yani, bir şey bana kendini zaten malzeme olarak söylüyor. Ben buyum, diyor. Benden öykü olur ya da oyun olur. Ben de peki diyorum olalım bakalım.

İkiye ayırabiliyorsun bazen. Önce başlayıp 2005'te bitirdiğin bir şey var burada.

Aslında poligamiğim ben. Belki bu kadar verimli olmamın nedenlerinden biri de bu. Bende bütün trenler hareket halinde. Birinde tıkandığımı hissettiğimde, diğerine atlayıp devam ediyorum. Oysa bir önceki tren de içimde devam ediyor. Uykuda devam ediyor, yolda devam ediyor. Örneğin, şu sıralar 'Kadından Kentler' kitabını çalışıyorum, 2008'de çıkacak hikâye kitabım. Bir de 'Mutfak' diye bir oyun var. Bazen bir durum, bir hal, bir söz, bu 'Mutfak'a gider diyorum, onun defteri ayrı. Notu ayrı, bilgisayarda dosyası ayrı, ama o malzeme geldiğinde ben anında kendi kutusuna istif ediyorum. Zamanla kazandığı çalışma teknikleri oluyor insanın. Ne olursa olsun, her halükârda, hiçbir şey yazamasam günlüğümü yazıyorum. Çalışıyorum, okuyorum, düzenli not alıyorum. Aynı kuyudan su çekip üç-dört tane havuza boşaltmış oluyorum. Malzemeyi heder etmemeyi, bekletmeyi, dinlendirmeyi, sabretmeyi, kıymet bildiklerinin sözlerini dinlemeyi öğrendim. Öğrenciliğini hiçbir zaman kaybetmemek, kendini şaşırtabilmek önemli. Bütün bunlar seni yüksek tutuyor, ayakta tutuyor. Ama mesela hayatımda ilk defa sonbaharda çıkacak olan hikâye kitabım Yedi Kapılı Kırk Oda’yı yazarken çok yoruldum, bunaldım. Yıllara yayılmış hikâyelerdi ve onlarla her seferinde yeniden aşk tazelemek zor oldu. Çok iyi bir kitap olduğunu düşünüyorum, memnunum, ama canıma okudu. Kelimenin tam anlamıyla canıma okudu. Bir daha bir kitabı bu kadar bekletir miyim, bilmiyorum.

Peki 'Yanlış Koltukta Oturuyorsunuz' ne oldu?

Ah sorma, o en zor olanlarından biri, Sevin. Dergilerde kalmış o yazıların bir bölümünün eskimiş olduğunu düşünüyorum. Bugünkü okur karşısına çıkarmak bazılarını mümkün, bazılarını değil. Kiminin derdi, kiminin öznesi eskimiş. Ama, kafayı taktığım şeyler aynı. Dolayısıyla, onları başka bir yapılandırmayla kitaplaştırmak lazım. Nasıl olsa yazdıklarım okunuyor diye, bütün yazıları üst üste koyup 'Alın size kitap' deme hakkım yok. Böyle yapan biri olsam, ben, ben olmazdım. Raslantılarla değil, kararlarımızla kendimiz oluruz.

Az önce sözünü ettiğin olgunluk ve oturmuşluğun da bir rolü var mı?

Evet, onu söylüyorum. Şimdi tariflerimde, tercihlerimde, yapılandırmalarımda artık dağılma değil, toplama zamanım başladı ve tuhaf bir şey, bunu şıklık, bir röportaj cümlesi olarak söylemiyorum, bütün samimiyetimle söylüyorum, kendimi yeni başlıyormuş gibi hissediyorum.

Ne mutlu sana.

Kişisel ve toplumsal anlamda nasıl kırgınlıklar yaşarsam yaşayayım, bir tek şeyle olan ilişkim hiç değişmedi: yazmak ve okumakla, kültür ve sanatla olan ilişkimde en ufak bir iştah eksikliği, merak noksanlığı, bir öğrenme bıkkınlığı yaşamıyorum. Özel hayatımdaki dalgalanmalar ne olursa olsun, bir biçimde hâlâ aynı aşk, aynı şevk, aynı tutkuyla yazıyorum, okuyorum. Bu tarafımın, bu kadar taze kalmış olması beni hem şaşırtıyor, hem çok sevindiriyor. Yani, dünyaya her şeyi teslim edebilirim ama bunu değil. Bunu bilmek bana iyi geliyor.

Kullanılmış Biletler de uzun bir dönemi kapsıyor.

Kullanılmış Biletler’de sinema yazılarını topladım, üstümden bu kadar yılın yükü kalktı. O nasıl bir hafifliktir. Bu nasıl hoş bir duygudur! Öte yandan bana, 'Hikâye kitabı gibi okuduk,' diyorlar. Bu da hoşuma gidiyor. Şimdi ne mi yapacağım? Ağustos gibi, Büyümenin Türkçe Tarihi diye bir seçki-deneme kitabım çıkıyor. 12 Türkiyeli yazar, kendilerini büyüten öyküleri ve okumanın kendilerini nasıl büyüttüklerini seçtikleri öyküler aracılığıyla anlatıyorlar. Denemelerle öykülerin iç içe geçmesinden oluşan ilginç bir çalışma oldu. Yedi Kapılı Kırk Oda için hem heyecanlıyım, hem de nasıl karşılanacağını çok merak ediyorum. Aklın çok konuştuğu bir kitap oldu, buzdaki ateş diyorum ben ona. Örneğin kitaptaki 'Wagner Körfezi' aşk üstüne bir hikâye, ama buz gibi, ancak gözlerini buza kilitlersen ondaki ateşi görüyorsun. Ama ilk soğukla ürperip kaçıyorsan metin sana bir şey söylemeyecektir. Bu arada, Asti'ye gittim. İtalya'daki tiyatro şenliğine.

Festivalde oyunun vardı.

Evet Floransa'lı bir topluluk Geyikler Lanetler'i oynandı. Onu gördüm. Bu arada şimdi, yazmakta olduğum bir oyun var 'Mutfak' diye, daha bitmeden Milano'da bir topluluğun ilgisini çekti, eylülde onlarla görüşeceğiz. 'Kadından Kentler'de çok yol aldım. Her biri ayrı şehirde karşılaşan kadınlar üzerinden ilerliyor. 18 sekiz ve öykü olacak kitapta. Toplama baktığın zaman bir tür Türkiye haritası ve kadınlık topografyası çıkıyor. Çoğu bitti ama, ama ben üstünde çok gidip geliyorum.

Vedalaşamıyorsun kolay kolay.

Bütün hayatım ayrılık anksiyetesiyle geçmiş nasıl kolay vedalaşayım? Daha doğrusu, Flabuert'in benzetmesiyle söyleyecek olursam, gerektiği kadar taramak gerekiyor o saçları. Gereken dolgunluğu, hacmi, parlaklığı vermek için. Zaten metin sana söylüyor. Ben bittim, diyor. Resimde olduğu gibi çok oynarsan, bir noktadan sonra bozma tehlikesi de var çünkü. Yani, kıvamı anlamak çok önemli. Bu da bir çeşit iç bilgisi. Ölçü, kıvam, dolgunluk hepsi zamanla yerleşen, oturan ama mümkün olduğu kadar da erken öğrenmen gereken şeyler. Belki onun için de bekletiyorum metinleri. Farklı çıkışlar alıyorum bilgisayardan, fontlarını, puntolarını değiştiriyorum. Gözlerimi yenilemek, her seferinde metne bir yabancılık kazanmak istiyorum. Ezberlediklerine yenilmemek istiyor insan. Bu sürecin kendisi heyecanlandırıyor insanı, başka bir şey okuduğunu görüyorsun.

Demek ki 2007'de ve 2008'de yeni kitaplar çıkacak. 'Murathan 2010' olacak mı?

Murathan 2010'a başka numaralarım var. Bilirsin, hiçbir numaramı tekrarlamam ben.
       
Okuyabileceğiniz diğer Murathan Mungan söyleşileri
▪ "Beşi bir romanda!"
Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar"
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004
▪ "Amok koşucusu"
Zuhal Bekler, Time Out, 3 Nisan 2008
▪ "Edebî Maratoncu"
Ayşegül Tuna, Time Out, Kasım 2007
▪ "Akıllı kadın yalnız kalmaya mahkûm"
Yeşim Çobankent, Elle, 3 Nisan 2008
▪ "Kadından Kentler"
, Demokrat Radyo, İzmir, 14 Nisan 2008
▪ "Kitapta ciddi bir amelelik var, dersimi çok çalıştım"
Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar Eki, 13 Nisan 2008
▪ "Kadınlar eşya, evlilik ve aşkla esir alınırlar"
Evrim Altuğ, Sabah, 13 Nisan 2008
▪ "Yazımı sürekli ateşe atarak ilerledim"
Nida Nevra Savcılıoğlu, Notos Öykü, Nisan 2008
▪ "Kadınlarla Kürtler’in kaderi ortak"
Ayça Örer, Taraf, 12 Nisan 2008
▪ "Erkekten kent değil, kasaba çıkar canım"
Pınar Öğünç, Radikal Cumartesi Eki, 3 Mayıs 2008
▪ "Kendini Şaşırtırsan Okuru da Şaşırtırsın"
Irmak Zileli, Remzi Kitap gazetesi, Mayıs 2008
▪ "Yazdıklarımdan yapılma bir adanın üzerinde yalnız..."
Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 19 Ekim 2007
▪ "Türkiye’nin sağcısıyla solcusu çok benziyor; aynı kumaştan ceket giyiyorlar, birinin ceketi soldan düğmeleniyor, diğerininki sağdan!"
Cansu Çamlıbel, T24, 10 Ekim 2023
▪ "Kentlerden Bir Tür Çöl Yaratılıyor; Betondan, Camdan, Çelikten Bir Çöl"
Serkan Ayazoğlu, arkitera.com, Nisan 2014
▪ "İyi öykücülerden kötü romancılar yaratıldı"
Buket Aşçı, Vatan Kitap, 14 Mayıs 2014
▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken"
Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016
▪ "Bunlar benim binbir gece masallarım"
Çağlayan Çevik, Hürriyet Kitap Sanat, 16 Şubat 2017
▪ "Var oluşumu anlamlandıran eşyam kalemim"
Adalet Çavdar, Milliyet Sanat, 10 Mart 2017
▪ "Merakı Bulaştırmak"
Berke Göl, altyazi.net, 15 Aralık 2022
▪ "Kültürel dünyada muhataplar eşit değil!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, 1 Temmuz 2000
▪ "Erkekler İçin Divan'ı ben yazmasam kim yazacaktı?"
Ahmet Tulgar, Milliyet, 2 Aralık 2001
▪ "Yüksek Topuklar’la geliyor"
Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 5 Mayıs 2002
▪ "Kadınlar üçlemesinin ilk kitabı"
Sema Uludağ, Radikal, 9 Mayıs 2002
▪ "Yazı iktidarsa hepimiz iktidarız"
Ayça Atikoğlu, Cumhuriyet Dergi, 30 Haziran 2002
▪ "Canımı çok yakan bir olay vardı"
Müjde Arslan, Özgür Politika, 3 Ocak 2004
▪ "İyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir"
Ayşe Arman, Hürriyet, 10 Temmuz 2005
▪ "İyi Türkçe yazanların çoğu Türk kökenli değil"
Derya Sazak, Milliyet, 11 Temmuz 2005
▪ "Klonlanmak istiyorum"
Pınar Öğünç, Radikal Kitap Eki, 15 Temmuz 2005
▪ "Rüya görür gibi şarkı görüyorum!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Pazar, 19 Mart 2006 Pazar
▪ "Kedi cama inanmaz, ben zamana"
Özlem Altunok, Cumhuriyet Dergi, 24 Temmuz 2006
▪ "Melodram her an hayatımızın içinde"
Yeşim Tabak, Pazar Sabah, 27 Mayıs 2007
▪ "İyi bir sanatçı kendini SİT alanı ilan etmeli"
Ayça Atikoğlu, Gazeteport, 25 Haziran 2007
▪ "Şiire, yazıya hep temiz davrandım"
Deniz Durukan, Radikal, 12 Aralık 2007
▪ "Arenayla opera arasında bir hayat benimkisi"
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 8 Nisan 2011
▪ "Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı"
Zeynep Miraç, Hürriyet Pazar, 23 Şubat 2014
▪ "Bu toprakların asli meseleleri"
Pınar Öğünç, Radikal Kitap, 3 Mart 2014
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X