Murathan Mungan:
"Türkiye’nin sağcısıyla solcusu çok benziyor; aynı kumaştan ceket giyiyorlar, birinin ceketi soldan düğmeleniyor, diğerininki sağdan!"
Cansu Çamlıbel, T24, 10 Ekim 2023
Murathan Mungan'ın ilk kara polisiyesi 995 km üç gün önce kitapçıların raflarına dizildi.

Kitabı, yayın tarihinden önce okuma şansı ilk söyleşi hakkıyla birleşince omuzlarıma ağır yük oturuverdi. Okurun keşif hevesinden gram çalmadan, Mungan'a böylesi bir hikâyeyi kurmaya götüren zihinsel yolculuğu anlattırmaya çalışmak epey zorlu bir çalışma oldu.

Murathan Mungan okuru, onun eserlerini eline aldığında belli bir politik bilinç üzerinden zarif bir sınamayla karşı karşıya kalma haline zaten aşina. Yine de bu kez daha çok sarsılacağınıza, her sayfada güncelden -yakın geçmişten ya da bugünden- gerçek hayat karakterlerine bakıyormuş hissine kapılacağınıza şüphem yok. Ben zaman zaman kitaptaki karakterlere bazı tanıdık yüzleri monte ederek okurken buldum kendimi. Ancak belki sizin zihninizden bambaşka tanıdık yüzler geçecek aynı satırları okurken. 995 km'nin gücü de tam burada.

Sağlam bir tarih-toplum-din-siyaset analiziyle şerbetlenerek neredeyse 20 senede yazıldığı için bu romanı güncele pas atmadan anlattırmaya çalışmak, Murathan Mungan'a da okura da haksızlık olurdu. Murathan, Türkiye'nin bugününe dönük insanın içini yırtan tespitlerinin -haklı olarak- kitabındaki satırlarının önüne geçmesini istemediği için epey fren koydu bana da kendine de. Onun frenine rağmen bu söyleşinin de Mungan'ın "tarihin korumasına bırakacağı" cümlelerle dolu olduğunu haber edebiliyor olmanın tatlı rehaveti içindeyim.

Türkiye'nin Murathan Mungan'ına "Murathan" diye hitap edebilmemi mümkün kılan, muhabbet masalarında bana da bir sandalye ayıran ortak dostumuz Rasim Domaç'a teşekkürlerimle...


"Faili meçhul denen cinayetlerin faillerinin aslında ne kadar ortada olduğunu anlattım"

995 km, bir yandan bugüne kadar yazdığın her şeyin toplamı ama bir yandan da hepsinden bambaşka. Bir yandan da belgesel izler gibi okudum. Bildiğimiz, içinde yaşadığımız hayata, Türkiye'nin 90'larına çok fazla referans var. Her zaman politik duruşunu metinlerine nakşetmiş bir yazarsın ama sanki ilk defa bir romanının içinden bu kadar aleni bir şekilde dönemin siyasi gündemi geçiyor.

Daha işin başında romanın siyasi polisiye olmasını kararlaştırdım. Bölgeye, döneme ait referans bilgilerin tümü gerçek, onlarda hiçbir kurmaca unsuruna yer vermedim. Bazı reel kişilerden yola çıktım ama onları kurmaca kişilere dönüştürdüm, izlerini tamamen silmedim gene de, gölgeleri vursun istedim. Bazı durumları değiştirdim. Bir kurmaca yazarının dönem anlatırken zaten yapması gereken şeylerden söz ediyorum. Romanın kahramanı olan isimsiz kişi, Hoca, Eğitmen gibi bazı karakterlerse tamamen hayal ürünü. Ama her hayal ürünü gibi olası gerçekliği temsil ediyorlar. İslami malzeme üzerine araştırmacı gazeteci gibi çalıştım. Belli başlı bütün kaynakları taradım, bazı tarikat, cemaat mensubu kişilerin yazdıkları romanları okudum. Benden önce bu işe emek vermiş gazetecilerin araştırmalarını okudum, dönem belgesellerini seyrettim. Gazete koleksiyonları taradım. İşin bu hamallık kısmında çok keçiboynuzu çiğnedim, ama adisyonu okura çıkarmamaya çalıştım. Roman için gereken kadarını dozunda kullanmaya özen gösterdim. Diyarbakır'a, Antep'e, Adana'ya, Alanya'ya gittim. Bir yönetmenin film çekmeden önce mekân bakması gibi yerinde araştırma yaptım.

90'lı yıllardaki pek çok mekân artık yerinde yok; mesela Antep'teki otogarın yerinde yeller esiyor. Ama ben roman için adeta yeniden set kurdum, 90'lar atmosferi yaratmaya çalıştım. Hatta Antep'te kapalı olan bir hamamı açtılar benim için, ama mimarisini yeniden kurgulayarak romana koydum. Dahası, o yol güzergâhında eskiden otobüs şoförü olarak çalışmış insanları buldum. Onlardan detaylar aldım. Yani kitapta göreceğiniz detayların çoğu birebir gerçek bilgidir. Hatta o yıllarda sık sık Mersin'den Alanya'ya giden bir öğrencinin güzergâh notlarından yararlandım. Bugünün Türkiye'sinde her şey yıkılıp yakıldığı için genç kuşakların bilmediği, bilenlerin de unuttuğu bir sürü şey vardır. Detaylar hakikilik sağlar, yaratılan hakikilik duygusu bugünün okurlarını yakın bir tarihin üstü örtülmüş olaylarının gerçekliği konusunda da ikna eder.

Yaşım itibarıyla 90'larda o bölgeyi bizzat izlemiş yazmış bir gazeteci değilim ama sonrasında oralarda yaptığım mesai sayesinde o döneme ait çok şey dinlediğim ve okuduğum için romandaki çerçeve çok tanıdık geldi. Aksiyon filmi gibi temposu olduğu için de en ağır meseleler dahi su gibi kayıyor zihinde. Baş karakter olduğunu kısa sürede anladığımız kişiyle başlıyor kitap. Yavaş yavaş açılıyor karakter, gözümüzün önünde pişiriyorsun hikâyesini. Ama ismini hiç bilmiyoruz.

Özellikle kaçındım. Fiziğine ilişkin belirgin bir tarif de yok. Boyu, posu, yaşı, başı, kaşı gözü konu edilmiyor. Herhangi biri olabilir. Tüm katiller gibi içimizden biri. Tıpkı o dönem sokaktan yanımızdan geçen herhangi birinin eli kanlı tetikçi ya da sıradan bir kurban olabileceği gibi. Bu tutum romanın derdi olan faili meçhul diye adlandırılan cinayetlerin aslında faillerinin ne kadar ortada olduğuna dolaylı olarak işaret ediyor.

"Musa Anter cinayeti çıkış noktamdı"

Tüyo vermeden de nasıl konuşacağız kitabı bilemiyorum ama deneyeceğim. Katilimiz bir cinayet işlemeye gidiyor. Biz de onu takip ediyoruz. Katilin kimliğini bilmiyoruz ama öldüreceği kişiyi birine benzetiyoruz. Yani benim tipimdeki okur benzetecek. Musa Anter'i, Musa Anter cinayetini anımsatan bir kurgu var. Öyle hissederek okumamızı istediğini düşünüyorum. Yanlış mı düşünüyorum?

Musa Anter cinayeti çıkış noktamdı evet, ama onunla sınırlı tutmak istemedim, kadrajı genişletmek istedim. Hatta ekran giderek genişlesin günümüze kadar gelen benzer cinayetleri de düşündürsün istedim. Bu arada ek bir bilgi; Musa Anter babaanne tarafımdan hısmımız olduğu gibi, babamın da gençlik arkadaşı, liseyi Adana'da birlikte okuyorlar. Ayrıca benzeyen ve benzemeyen yanlarıyla Anter cinayetinin gerçek tetikçisiyle ilgisi olmayan farklı bir karakter yarattım. Çünkü gerçek bir olayın birebir belgesel romanı değil bu; belirli bir olaya ilişkin gerçeklerin iç yüzünü açıklıyor iddiasında da değil. Musa Anter cinayeti bir sembol cinayet, hepsini içeriyor. Örneğin gene bu bağlamda romanda sözü edilen emniyet müdürüne suikast planı bilinen bir olaya işaret ediyor elbet ama romanın derdi tek tek olaylar değil, gerisindeki büyük resmin işleyişi. Birebir yaşanmış tarihi olaylara ışık tutmak amacıyla yazılmış romanlar da var elbet ama ben bu tür çalışmaların daha çok gazetecilerin, belgeselcilerin işi olduğuna inanıyorum. Yazarlık yaşamım boyunca yazın türleri üstüne çok düşünmüş biri olarak yaptığım bu ayrımı özellikle belirtmek istiyorum. Ben o dönemdeki tüm cinayetlerin çekirdeğine dokunmak istedim. Kitabı yazmaya 1993'te başladım. İlk bölümü Murathan '95'te yayınlanmıştır.

"Bizim toplum olarak tarihimizle sahte bir ilişkimiz var"

Neden özellikle o dönemi hatırlatmak istedin?

Bu konuda kitaplar yazıldı, belgeseller yapıldı, bölgedeki çatışmalar, örgütlenmeler, İslami tarikatlar üzerine çalışmış, kıymetli araştırmalar yapmış kişiler var. Mehmet Kurt'u, Ruşen Çakır'ı, Faik Bulut'u, Rıdvan Akar'ı anmak isterim. Ama bunlar maalesef konunun kurbanlarının ve meraklılarının ilgisiyle sınırlı kalıyor. Roman ise daha geniş bir kitleyi kucaklayan tür. Ben Türkiye gibi hafıza kayıpları girdabında kaybolan, üstüne üstlük bilmem kaç yıldır sistemli biçimde hafızası silinmeye çalışılan bir toplumda bu anlamda bu romanın hatırlatma, merak ettirme, dönüp bakma ihtiyacı uyandırma gibi bir misyonu kendiliğinden yüklendiğini düşünüyorum. Roman olarak okunmasının hazzı yanında siyasi bir farkındalık efekti de uyandırsın istedim. Bizim toplum olarak kendi tarihimizle sahte bir ilişkimiz var. Malkoçoğlu filmlerini Osmanlı tarihi sanan bir halkız. Yakın dönemde bir devlet politikası olarak sistemli olarak sözde Osmanlı tarihini anlatma iddiasındaki diziler de bu sahteliği sabitlemeye çalışıyor.

Hatırlarsanız bir televizyon dizisinde Kanuni Sultan Süleyman'ın çocuklarını öldürttüğüne ilişkin bir bölüm üzerine bir yurttaş, "Osmanlı tarihine hakaret ediliyor, Padişah'ı evlat katili gösteriyor" diye mahkemeye başvurmuştu. Maalesef bunlar tekil örnekler değil. Tarihi gerçeklerin üzerine bu kadar toprak atılmış, halısının altı üstünden kabarık bir toplumda, bazı romanların zaman aşımına uğrayan davalar ve olaylarla ilgili hatırlatma görevinde bulunmasını önemsiyorum.

"İstedim ki bir aksiyon filmi gibi hızlı aksın"

Pek çok okurun romanı okurken ya da okuduktan sonra aynı dizi izlerken yaptıkları gibi "O zaman ne olmuştu" diye en azından arama motorlarında bir gezmek isteyeceğini tahmin ediyorum. Bu yaratmaya çalıştığın "bilmiyordum" duygusu Türkiye'nin yeni nesilleri açısından daha da önemli. Ve aslında bana kalırsa 995 km senin mütevazı biçimde dile getirdiğin siyasi işlevi çok daha güçlü bir şekilde yerine getiriyor. Bunun senin öykücülüğün açısından da yeni bir üslup olduğunu düşündüm, yanılıyor muyum?

Yanılmıyorsun. Benim yazarlığım kolay etiketlenebilecek bir yazarlık değil. Yalnızca farklı türlerde ürün vermekle kalmıyor, aynı türde de farklı teknikler, stiller, malzemeler deniyorum. Daha yolun başında yolumu böyle çizdim. Bu romanımın "Yüksek Topuklar" ya da "Şairin Romanı" ile hiçbir ilişkisi yok örneğin. Bir tek "Çador" bir başka bağlamda bir tür öncesi sayılabilir. Türkiye gibi siyasal İslam'ın bunca tartışıldığı bir ülkede "Çador"un çok daha konuşulmasını beklerdim doğrusu. Yazarken okurun başına kakmayan bir yazı tutumum var, böyle olunca da her okur kitaba yeterince nüfuz edemiyor. Her zaman söylerim, hiçbir zaman zekâsını kendimden daha aşağı gördüğüm okura yazmayı tercih etmedim. Benim hedeflediğim bir erek okurum var; birebir tarife gelmez belirsiz bir siluet ama ben onun ben onun zekâsına, sağduyusuna, içgörüsüne, edebiyat görgüsüne güvenerek ve saygı duyarak yazıyorum. Kimiyle hemen buluşuruz, kimiyle yıllar sonra, kimiyle hiçbir zaman... Sorunun başına dönecek yani bu kitabın farklılığına dönecek olursak, evet bu romanım daha iyi ışıklandırılmış bir hikâye anlatıyor. İstedim ki iyi kurulmuş bir aksiyon filmi gibi hızlı aksın. Özellikle İslami referanslar konusunda sanki o tarikatların içinden yetişmiş birinin hakikiliğini taşısın istedim bazı karakterler, okur için ikna edici olsun istedim.

Tam oraya gelecektim; İslami bir hayat yaşamayan okurun asla bilemeyeceği detaylar var. Ve bunlar sadece araştırma yaparak öğrenilmesi zor detaylar. Neredeyse bir dönem bir tarikata katılmışsın kadar içerden yazılmış.

Burada yaptığım araştırmalar, okumalar kadar Mardin'de büyümüş olmamın katkısından da söz etmem gerekir. İslami gelenekle, gündelik alışkanlıklarla yakından temas etmiş bir bagajla geldim bu romana. Örneğin, Arapça deyişlere, dile aşina bir hafızaya sahip olmanın getirisi de var.

"Jem'in muadilleri Arjantin'de, Şili'de, Meksika'da da var"

Biraz önce Musa Anter cinayetine referansı konuşurken "hem o, hem değil" dedin. Ama mesela JEM diye bir yapı var devletin içinde. Adının çağrıştırdığı malum JİTEM'den bahsettiğin çok net. Gölgelerde kayıtsız kuyutsuz iş yapan bir devlet aygıtını cinayetlerin orta yerine konumlandırıyorsun. Ben o hikâyenin pek çok tanıdık bildik isim görüyorum. Hiçbirisi ana karakterler değil ama dönemin insan prototipleri. Ben o hikâyenin içinde Cem Ersever'i de görüyorum, Mehmet Ağar'ı da görüyorum. Hiçbirisi ana karakterler değil ama dönemin insan prototipleri.

Tam da dediğin gibi prototipler onlar. Burada tek tek o kişilerin gerçekte kim oldukları, adları önemli değil. Onlar olmasa bile onların yerini dolduracak zulmün yedek kulübesinde bekleyen figürler her zaman bulunur. Romanı yerele ve döneme çok kilitlemek istemedim. Diyelim ki bu kitap Meksika'da, Şili'de, Arjantin'de yayımlandığında oradaki okur JEM'i okurken "Evet bunun muadilleri bizde de var," desin istedim. Karakterlerin "reel"liğini fazla vurgulasaydım kitabın edebi tarafı birebir belgesele yapışacaktı. Bugün JEM'i kapatırsın, yarın MEM'i kurarsın. Bu bağlamda bir sürü belgeden yararlandım, ama roman ne zaman birebir olayları ve gerçek kişileri fazla çağrıştıracak gibi olsa o bölümleri çıkarıp attım. Bu gibi kasisler kitabın ruhunu bozsun istemedim. Araştırmalarım sırasında karşılaştığım bilgilerin çekimine fazla kapılsaydım hem okura fazla gelecekti hem kitap hantallaşacaktı. Ana aksın dışına çıkmamaya çalıştım. Söz gelimi bu kitap Paraguay'da okunduğunda "hem yabancı ama çok tanıdık" hissi alsın istedim. Belgeler arasında dolaşırken roman yazdığımı hiç unutmadım. Gerçek ile kurmaca arasında gidip gelirken okurda farklı çağrışımlar uyandıracak bir ağ kurmayı amaçladım. En azından kimi okurlarda Türkiye'nin yakın tarihine dönüp bakma arzusu uyandıracaksam bu anlamda işimi yapmış sayacağım kendimi. Roman yazdığımı unutmadım derken, kuvvetli sahneler, etkileyici diyaloglar yazmayı, kurgunun tansiyonunu gözetmeyi önceledim.

Öyle bir tetikçi karakteri yaratayım ki, iyi bir aktör "Ah, bunu ben oynasaydım" diye geçirsin içinden istedim. Romanda beni ilgilendiren başlıca şeylerden sağlam bir atmosfer kurmaktı. Diyarbakır'dan batıya doğru uzaklaştıkça kurşuni gökyüzünün renginin açılmasıyla aynı Türkiye'de adeta iki farklı ülke yaşandığı hissi yaratmak istedim.

"Bazı yakıştırmalara kapı açtım, 'yabancı ama tanıdık' hissi alacaksınız"

JEM gibi gerçekte var olan yapılara başka isimler üzerinden referans verme durumu Cihadın Askerleri'nde de var. Ben onu hep "Hizbullah" diye okudum. Keza o örgütün bir diğer bölge örgütüyle çatışmasını ve o çatışmada devletin rolünü "Hizbullah-PKK" diye okudum. Ama sonra "Hizbullah" diye okuduğum İslami örgütün içinde Gülen teşkilatından çok şey bulduğumu fark ettim.

Hiçbir kişi ya da grubu birebir işaret etmemekle birlikte kitabın bazı yakıştırmalara kapı açtığını kabul ediyorum. Herkes her şeyden bir şeyler bulabilir.

Biraz önce bahsettiğin Türkiye'ye özgüymüş gibi görünen karakterlerin aslında illegal yapılarla halvet içinde yaşayan Latin Amerika'da pek çok ülkede muadillerinin olması meselesi gibi bir de "zamansızlık" meselesi var bu kurguda ve karakterlerde. Mesela adını vermeyeceğim başka bir karakterini Ogün Samast ve benzerleri gibi... diye okudum ben.

Mesela bu kitap Paraguay'da okunuyor, onlar "yabancı ama çok tanıdık" hissi alacak. Türkiyeli okur da aynı hissi alsın istedim. Adına göndermeli bir iş yaptığınızda onun çok fazla sorumluluğu var. Roman yazdığımı hiç unutmadım. Asıl kıymetli olan oydu. Roman yazdığımı hiç unutmadım ve bu romanın Türkiye'de birçok kişiye birçok çağrışım yapmasını istedim. Bu roman çağrışımlarla okunacak; bilenlerde de bilmeyenlerde de araştırma duygusu uyandıracak. Okumak, anlamak, bilmek isteyecekler. Burada sözü edilen kişiler ve olaylar hakkında bu kitapla Türkiye'nin yakın tarihine yeniden baktırabileceksem bunu önemsiyorum. Bir de kuvvetli sahne yazmak benim için tiyatro yazarlığından gelen bir şey; sağlam diyalog keza. Öyle bir karakter yaratayım ki tetikçi için çok iyi bir aktör "Ah, bunu ben oynasaydım" desin çünkü çok zor bir rol yazdım. Çok büyük aktör bunun filmini yapsın anlamında söylemiyorum, ondan kaçınıyorum zaten. Bu kitapta beni ilgilendiren şeylerden biri atmosfer yaratmaktı. Kitap Diyarbakır'dan başlayıp batıya doğru giderken aslında renk değiştiriyor. Kurşuni gökyüzünün rengi açılıyor. Ağaçlar mandalinalar resme giriyor. Aslında Türkiye'nin 90'lı yıllarda da iki ayrı ülke olduğunu tıpkı bir kameranın kayması gibi bir yöntemle anlatmaya çalıştım.

Diyarbakır ve Antep'ten İstanbul'a geçiş hakikaten de sanki yeni bir romana geçmişiz duygusu yaratıyor.

Tökezledin mi orada, "Ne oluyor ya?" diye, onu istedim.

"Karakterlerimi giyinemezsem yazamam"

Ben tam tökezlemedim çünkü İstanbul'a geçişi gazetecilerin dünyası üzerinden yapıyorsun, benim dünyam üzerinden. Tökezlediğim yer yine o tarikatçı İslamcı tetikçimizde olduğu gibi benim dünyamın, gazeteci milletinin dünyasının kodlarını evdeki hallerine kadar dibine kadar bilmen.

Cansu şöyle bir şey var; ben bunu çeşitli kereler dillendirmişimdir. Karakterleri giyinemezsem yazamam. Oyuncu yazarlardanım. O rolü giyinmem gerekir. Ayrıntılardaki hakikilik kadar karakterlerde de sahicilik önemlidir. Roman okuru söylediğine değil, gördüğüne inanır.

Diyorsun ki "93'te yazmaya başladım". Dolayısıyla senin zaten kendi zamanında demlenmiş kitap. Ama geçen sene gerçek hayatta şöyle bir şey oldu; Sedat Peker videolarında o dönemi delik deşik etti. Sedat Peker'in Türkiye gündemine çöktüğü o dönem sana yardımcı mı oldu, yoksa dikkatini mi dağıttı?

O zaman roman çoktan toparlanmıştı. Bir de zaten tahmin edilebilir, öngörülebilir şeylerin sonradan birileri tarafından dillendirilmesi işin yalnızca sağlamasını yapar, dolayısıyla seni dağıtmaz. Hayat, sanat ve matematik arasındaki kılcal bağlardır bunlar.

Sonra bir de şu oldu; Hizbullah ile bağlantısı yadsınamayacak bir siyasi parti -HÜDA-PAR- Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kendini iktidarda tutabilmek için gereken ne varsa yapma stratejisi kapsamında meclise girdi. Diyarbakır'da Antep'te o kumaşçıyı, o yol lokantasını ya da o otogarı bulamayabiliriz ama 90'ların politik figürleri başka biçimlerde hâlâ hayatımızda.

Türkiye'de şiddetin, zulmün, baskının, ötekileştirmenin iklimi hiç değişmiyor. Dekor, kostüm, takvim değişiyor ama konular hep aynı. Memlekette istikrarlı olduğumuz belki de tek konu bu. Ama asıl hikâye Türkiye'nin hakiki anlamda demokrasiye geçiş konusunda gösterdiği direnç. Yalnızca hafıza kaybı yaşamıyoruz memlekette, vicdan, ilke, değer ahlak, hakkaniyet kaybı da yaşıyoruz. Birleşik kaplar dinamiğiyle işleyen topyekûn bir paket bu. Bence asıl pandemi bu. Hayatın her alanını kuşatan yozluk ve çürüme. Entelektüel vicdan ve haysiyetten de cayalı çok oldu. Gün günden aklın serin sularından uzaklaşan bir iklimde yaşıyoruz. Bir nedenle kızdığımız birinin tüm yaptıklarının üstünü bir kalemde silebiliyoruz örneğin. Her mesele kan davasına dönüşüyor. Şu andaki sistemin işleyişine, ülkeye hâkim olan bu havaya kendini muhalif diye tanımlayan kesimlerin, odakların da katkısı oldu. Ece Ayhan'ın deyişiyle "her büyük zulmün küçük hisseli ortaklarının nüfusu arttı".

"Türkiye'nin sağcısıyla solcusu aynı kumaştan ceket giyiyor"

Bunu biraz açar mısın?

Sosyolojik kumaşımıza bakmak gerekiyor. Türkiye'nin sağcısıyla solcusu birbirine çok benziyor. Aynı kumaştan ceket giyiyorlar. Birinin ceketi soldan düğmeleniyor diğerininki sağdan. Buradan başlayan bir süreç var. Muhalefet hiçbir zaman sahiden muhalefet etmiyor. Daha muhalif hatta marjinal kimlikler bile bir yanlarıyla sisteme yapışmaya bakıyor. Ya ataerkilliğe yapışıyor ya milliyetçiliğe ya dine... Gerçek anlamıyla kopuşu kimse göze alamıyor. Yapıların betonu çözülüyor ama zihinlerin betonu kolay çözülmüyor, çünkü geleneksel ezberler her yeri sarıp köklenmiş, bazı yerlerde görünmez bile olabiliyor. Kötülük hayli transparanlaştı, örtünmeye bile gerek duymuyor artık. Daha çekirdeğinden başlayarak "ben ve ötekiler", "biz ve ötekiler" diye ayrımlaşmaya başlayan bir toplumuz. Benim ilk gençlik yazılarımdan birinin başlığı "Biz ve Ötekiler İdeolojisi"dir. Birikim dergisinde yayımlanmıştı. Daha yirmi yaşındaydım bunu söylediğimde. Kültürel sosyolojiye ilgim yeni değildir.

"Sadece dış borçlarımız değil, tarihe borçlarımız da kabarık"

Cumhuriyet kurulalı beri "biz ve ötekiler" var ve 100 sene sonra Türkiye siyaseti hâlâ buradan besleniyor. Son seçimlerde de aslen bunu yaşadık. Klasik aydınlanmacı ya da klasik aydınlanma aşamalarını geçiren toplumlar büyük ölçüde geride bıraktı ya da bırakmak zorunda kaldı bu "biz ve öteki" işini. Cumhuriyet pek çok alanda hızlı gitmiş denebilir neden hep orada tökezliyor?

Bir çırpıda söylenemeyecek kadar çok katmanlı ama başlıklar düzeyinde şunları söyleyebilirim: Çünkü sen tarihin trenine geç kaldın. Osmanlı İmparatorluğu çözüldükten sonra model aldıkların gibi bir ulus devlet olamadın. Aydınlanma çağı yaşamadın. Felsefe tarihinde adı anılan büyüklerin yok. Modernleşme sahnesine adım attığında oyun çoktan başlamıştı. Bir de hep söylenen şu "doğuya batı arasında köprü" klişesi var ya. Gücünü gerçekliğinden alan bir klişe bu. Bir de muhafazakâr kesimin bir klişesi var ya, "Doğunun ahlakını, Batı'nın teknolojisini alalım" var. Oysa biz hayatımız boyunca bu alışverişte doğru ayar tutturamamışız. Tarihle ve çağımızla olan ilişkimiz de hep veresiye usulü. Kabarık olan yalnızca dış borçlarımız değil, kendi tarihimize de geleceğe olan borçlarımız da kabarık.

"Doğunun ahlakını, Batı'nın teknolojisini alalım" var. Oysa biz hayatımız boyunca bu alışverişte doğru ayar tutturamamışız dedin ya… Hâlâ da tutturamıyoruz, hâlâ oradayız.

Çünkü hâlâ araftayız. Doğulu olmamız gereken yerde Batılı, Batılı olmamız gereken yerde Doğulu olduğumuzu düşünüyorum. O doğu-batı sentezi dedikleri iddianı da gerçekleştirmemişsin. Geleneksel aile yapısı çoktan çökmüş ama sen o yapının köhnemiş değerlerini sürdürüyorsun. Aile kurumuyla milliyetçilik arasında yoğun bir bağ var. Milliyetçilikle faşizm arasında yoğun bir bağ var. Yalnızca ulus anlamında milliyetçilikten söz etmiyorum. Çeşitli aykırı ya da muhalif kimlikler bile mücadelesini bir tür milliyetçilik söylemi içinde sürdürüyor. Çeşitli aidiyetlerin fetişleştirilmesi, bunun yarattığı sığlaşma, daralma, ideolojik körlük topyekûn mücadele etmenin yollarını tıkamaya başlıyor. Aslında bu konuların ayrıntılarına dalıp dağılmaktan korkarım şimdi.

"Merdiven altı bir ahlakla yaşıyoruz"

Hadi çıkalım kitaba dönelim yine. İstanbul'daki genç gazetecilerin 90'lardaki hayat tarzı ya da olgulara bakış açılarıyla doğudaki tarikat mensubu gencinkiler arasındaki fark çok çarpıcı. Ve biz aslında bugün de o iki ya da üç farklı ülkenin içinde bambaşka hayatlar yaşamaya devam ediyoruz. Kitabın özellikle o bölümlerini bana otuz senedir aynı donuk karenin içinde hapsolup kalmışız gibi hissederek okudum.

Şu söylediğin, bunun görünmüş olması bir yazar olarak hoşuma gitti. Bu durumun romanın dokusuna sinmesini istedim. Memleketin zulüm ve baskı tarihini zamansızlaştırmak. Daha doğrusu zamanlar üstü kılmak. Öte yandan romanın zamanı açısından da bir dönem işareti atmak gerekti. Tamam olaylar bu ülkede ama hangi zamanda geçiyor? Zaman belirleyen tek bir cümle var kitapta; "Kerem'in birkaç yıl sonra yeni bir Millenium'a başlıyoruz" dediği yerde anlıyorsun ki olaylar 90'ların Türkiyesinde yaşanıyor. İlk kez bu kitapta yaşadığım bir şeyden söz edeyim. Zaman işareti düşeyim romana derken birdenbire günümüz okuruyla bir yabancı ülke okuru gözümde eşitleniverdi. Örneğin, Amerikalı bir okur kadar bizim genç kuşak okurlarımıza da yabancı bir zaman diliminde dolaştığımı anladım. Bir kesim ve bir kuşak en az bir Amerikalı kadar o dönemin gerçeklerine yabancı. Türkiye'de ağır bir yüzleşme noksanlığı olduğunu söyleyen ilk ben değilim. Yalnızca muhafazakâr ya da statükocu kesimin bu konudaki kaçaklığından söz etmiyorum. Muhalif kesim içinde bile daha birey olarak kendiyle yüzleşmeyi becerememiş kişilerin tarihsel, toplumsal gerçeklerle yüzleşme eksikliğinden söz ettiğini görüyoruz. Hesaplaşma, ödeşme kültürü bizimki; yüzleşme adabından, iç terbiyesinden yoksun. Ret ve inkâr toplumuyuz, genel bir örtbas etme kültüründe yaşıyoruz. Merdiven altı sanayi gibi merdiven altı bir ahlakla yaşıyoruz. Her şeyin halının altına süpürüldüğü, aman komşular duymasın toplumu bu. Aman ağzımızın tadı kaçmasın diye göz yummayacağımız bir şey kalmamış neredeyse. Aslında anonim bir kültürden geliyoruz. Hani halayda kimse öne çıkamaz ya… Halay öne çıkanı hemen hizaya çeker. "Meskalin 60 draje" kitabımda nakış kültüründen geldiğimizden söz ederim. Gergefi değiştiremezsin, nakşın ucuna bir yaprak daha koyarsın en fazla. Onun için bizim kültürel ve toplumsal gelişimimiz hiçbir zaman sıçramalı bir yapıda olmamıştır. Örneğin Batı'da akımlar diyalektik olarak birbirlerinin içinden geçseler bile ani sıçramalarla ortaya çıkarlar.

"Bu iktidarın yapmaya çalıştığı ümmetçiliği tesis etmek"

"Türkiye'nin değişen ve değişmeyen şeyleri konusunda biz cüretli bir yüzleşmeye giremiyoruz" dedin ya devletin Kürtlere yönelik tutumu tam hafif değişecekmiş gibi bir hâl almak üzereyken tam olarak 90'lar zeminine geri döndü. Bir cümlen var kitaptan, ana karakterin/tetikçinin ağzından: "Kürt bu belli mi olur" diyor kendisine yansıtılan duyguyu tasvir ederken sonra da ekliyor: "Kürtler ne zaman belli olacaktı?" Oysa biz tetikçiyi Kürt değil daha çok İslamcı yanıyla izliyoruz, roman boyunca o yanı daha baskın.

Bütün İslami tarikatlarının temel meselesi kavmiyetçiliğin tesisidir. Bugünkü iktidarın da aslında yapmaya çalıştığı da ümmetçiliği tesis etmek. Çünkü 700 yıllık bir imparatorluktan ulus devlet olmaya tam anlamıyla evrilememiş Türkiye gibi çok parçalı bir toplumsal yapıya sahip ülkede İslami bir iktidarın köklü biçimde tutunması ancak ümmetçilikle olabilir. Fakat o cephede de sistemini ayarları bozan şey çok sayıda farklı tarikat olması ve İslami iktidar odaklarının bölünmesi. Aslında bizim politik tarihimize bakın, başbakanların çoğunun hangi tarikata bağlı olduğu çok önemliydi.

Ve 1980'lerden itibaren Türkiye'nin hangi başbakanın hangi tarikata bağlı ya da en azından yakın olduğunu hep bildik.

Bilirdik, biliyoruz da. Şimdi de bütün muhafazakâr partilerin liderleri ve yönetim kadroları tarikatlar ile anılır. Romanda Batman'daki mücadele de aslında tarikatlar arasındaki mücadele. Cihad'ın Askerleri kendisine rakip istemiyor. Her grup bir diğerini gözetim altında tutup, açığını ele vermeye bakıyor. Böyle bir yapının demokratikleşmesi çok zor. Aslında bir dönem, tırnak içinde AKP'nin parlak dönemlerinde yine tırnak içinde liberal kesimin bir ümidi vardı, bu ümit az çok her kesime biraz bulaştı. Acaba batıdaki Hristiyan demokrat benzeri bir Müslüman demokrat partiye kavuşur muyuz? Böylelikle Avrupa Birliği ile, Batı'yla ilişkilerimiz, modern hayatla ilişkilerimiz daha düzenli olur da İslami radikal grupların güç bulamadığı bir ülkeye dönüşür müyüz? Bunun İslam'ın doğasına ne kadar uygun olup olmadığını süreç bize gösterdi.

"Kapitalizmin son aşaması dünyada dini bitirdi"

Bu önermenden devamla sorayım: Neden İslamiyet tam demokrat bir yapıya müsaade etmiyor? İslamcı bir siyasi partinin tam demokrat bir çizgi izlemesi imkânsız mı sence? Yani sürecin bize gösterdiğini söylediğin şey bu mu?

İslami kesimden birinin ettiği şu cümle aslında her şeyi söylüyor: "Beni öbür dünyada ne kadar demokrat olduğumla değil ne kadar Müslüman olduğumla imtihan edecekler." Geçende de AKP zengini türbanlı bir kadının şu cümlesi benim için ikinci bir dönem özeti oldu: "Ne zaman başı açık kadınlar bizim evlere temizliğe gelecekler." Yeşilçam filmi geleneğidir, alttakiler eşitlik değil, yer değiştirmek isterler. Hıristiyanlık benzeri kendi Rönesans'ını gerçekleştirememiş bir dinden geliyoruz. Kaideleri kesin ve net olan, en son dinden geliyoruz. Bir tarihte Fransa'da yaptığım bir konuşmada şunu söylemiştim: "Galiba İslam'ı en iyi anlayan iki kesim var: birincisi ateistler, ikincisi de IŞİD." Çünkü kapitalistleşmeyle beraber şeriatla yönetildiğini söyleyen ülkelerde bile İslami kaidelerin işlemediğini görüyoruz. İran'daki şehirlerin arka sokaklarını, arka hayatlarını anlatan İranlı tanıdıklarım var. Neler dinlediğimi bilemezsiniz. Rüşvetini aldıktan sonra göz yummayacakları neredeyse hiçbir şey kalmamış. Bu ülkelerdeki dini yapılar artık sadece vitrine çalışan yapılar olmaya başladı. Suudi Arabistan öyle. Kâbe'nin etrafını nelerle kuşattıklarına bir baksanıza, turistik tesislere benzetmişler etrafını. Kapitalizmin son aşaması dünyada dini bitirdi. Dünyada tek bir din var artık: Para.

Suudlar hayatın her alanını kapsayan o katı dogmatik dini kuralları gevşetmeye başladılar.

Çünkü çağ zorluyor bu yapıları. Çağ bütün eski bildiklerimizi zorladığı gibi dini de zorluyor.

"Para dinleri de kendine benzetiyor din esnaflaştırıldı"

Dediğin gibi din gibi toplumlar üstü kuvve taşıyan bir kurum içinde yaşadığımız çağa ayak uydurmaya çalışıyor ama siyaset hâlâ hep bildiğimiz yerden kurgulanıyor… En azından Türkiye ölçeğinde. Çağ neden siyaseti o ölçüde zorlamıyor sence ya da çağ siyaseti ne zaman zorlamaya başlayacak sence?

Siyaseti para yönetiyor ve dünyada tek din var aslında paranın dini. Dinleri de semavi dinleri de para kendisine benzetiyor. Kutsal kitapta, dini kaynaklarda "2023'e gelindiğinde bambaşka bir sistem olacak ve bankaların faizi o kadar da haram olmayacak" diye bir öngörü var mı, yok tabii.

Öyle bir öngörünün Kuran'da olması şart mıdır ülke yönetirken bakmak için? Sence Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın faiz yükseltmeden ülkenin ekonomisini toparlayacağını sanmasının arkasında dini inançları mı var, Nas suresi mi var?

Bence dinin esnaflaştırılması var. Onların işi bu anlamda çok daha zor. Mesela Sovyet sisteminin çöküşünde de benzer bir şey gördük. Sosyalizmi uygularken, savunulan temel sosyalist değerlerin çok gerisine düşmenin hezimetini gördük Sovyet deneyimden başlayarak… Bütün bu kitlesel deneyimlerde kitleyi ikna eden hep orta sınıfın güçlenmesinin payı oldu. Dünyanın her yerinde bütün baskıcı iktidarları besleyen, güçlendiren orta sınıf ve onun değerleri, ideolojisi oldu. Dünyanın bütün işçileri birleşemediler, ama bütün orta sınıfları birleşti. Demokrasinin de temel sorunu bu zaten. "Herkese seslenecek, ortalamayı yakalayacak bir şey söyleyelim," diyen tüm politikalar formülleri, kalıpları, klişeleri önden paketlenmiş bir Netflix yapımına dönüştürdü. Müzikteki CD dönemini hatırla çok kaliteli bir albüme bile ortalama dediğimiz orta sınıfın zevkini yakalayacak iki parça koymak zorunda kalırdı şarkıcılar. Siyasette de bu böyle. Ama işte "Herkese seslenecek bir şey koyalım" dediğin her şey bir süre sonra çöküyor.

"AKP çok yerden çöktü, Erdoğan'ın kendinden diktiği heykel ayakta tutuyor"

Cumhurbaşkanı Erdoğan'la ilgili soruma verdiğin yanıtının son cümlesi: "Siyasette de böyle; herkese seslenecek ortalamaya hitap eden her şey bir süre sonra çöküyor" olduğu için bunu hatırlatmak durumundayım. Erdoğan 21 senedir iktidarda ve dört ay önce hayatının seçimini kazandı. "E işte o çökmedi" denebilir yani.

Bence birçok yerde çöktü. Erdoğan'ın kendinden diktiği heykel ayakta tutuyor onları. Bunun en çok AKP'liler farkında.

"Türkiye düşman kavimlere bölündü"

Çöktü ama iktidarda kalıyor.

İktidarda kalmalarının tüm nedenlerini tam olarak bilmiyoruz. Yalnızca akıl yürütüyoruz. Seçimlerde yapılan hileler konusunda sahiden neyi, ne kadar biliyoruz. Galibiyetlerini yalnızca seçim hileleriyle açıklayanlardan değilim. Amerika'da da öyle. Trump'ın galibiyeti de şaibeli. Zaten siyasi alan hep şaibeli artık bu dönemde. Bu post-truth çağı gerçek olanla olmayanı karıştırmış, her şeyi alt üst etmiş. Hiç kimse, hiçbir konuda çok iri ve büyük cümle kuramaz şu ortamda, haliyle ben de kuramam. Bir büyük mikserde çalkalanıyoruz. Düşünsene daha doğal zekasını kullanamayan bir toplum şu anda yapay zekâyla uğraşıyor. Düşünceler, ideolojilerden çok starlar ve kampanyalar kazanıyor seçimleri. Devlet cami önünde sadaka dağıtıyor. O da kendini yurttaş olarak değil, devletin dilencisi olarak görüyor. Dolayısıyla başına otobüslerden çay paketleri atılmasını yadırgamıyor.

Unutma dilenme kültürü köklüdür bizde. Pek çok şarkıcının dilenir gibi şarkı söylemesi bile bunun uzantısıdır. Sürekli kültürel sosyolojiden söz etmem boşuna değil. Ben ara ara nasıl bir toplumda yaşadığımızı anlamak için sokak röportajlarını izliyorum, sosyal medyaya bakıyorum. Uzunca bir süredir Türkiye'de akıl dışı egemenliğini ilan etti. Hemen her melanet normalleşti hem kapitalizm hem din hem çeşitli new-age inançlar başka şeylere dönüştü. Çimento çözüldü. Türkiye bölünmesin diye yırtınıp duranlar farkında değil, Türkiye çoktan bölündü. Birbirine düşman kavimlere bölündü. Bir tek Türkiye yok artık. Adeta farklı ülkelerin insanları bir arada yaşıyor gibi. Yalnızca etnik ya inanç farkları anlamda söylemiyorum bunu. Us yarıldı, zihin dağıldı. Cennete inananlar için hayatın çileleri biraz daha katlanılabilir bir şey belki, ama dünyadaki yarına inanan insanların yarınları ellerinden alındı.

"Siyaset için çok teklif geldi, kalemi korudum"

İktidar ve iktidarda kalmak konuşuyorken AKP iktidarının kendi popülaritesi için çeşitli sanat alanlarını ve sanatçıları araçsallaştırma stratejisini de sormak isterim. Nazım Hikmet'ten Yılmaz Güney'e yaşamayanlar kadar yaşayanlar da nasibini aldı bu furyadan. AKP hükümetleri ya da üst düzey isimleri herhangi bir döneminde seninle hiçbir temas kurmaya çalışmadı mı? Özellikle tırnak içinde demokratik açılım dedikleri süreçte faydalanmak istemiş olacakları bir sanatçı profili olduğunu düşünüyorum. Hiç teklif gelmedi mi?

Çok. Ama önemli olan hep onu söylüyorum kendi kaleni korumak. Çünkü Türkiye'de toplumsal kültürümüz gereği sen kendini korumazsan seni kimse asla korumuyor.

"Erdoğan'ın aya dört şeritli otobana iman etmek isteyen kitlesi"

Politik duruşundan faydalanmak istemiş olabilirler ama yine de cinsel yönelimini hiç saklamayan bir edebiyatçıya teklif getirmeleri de AKP'ye özgü bir çelişki hâli sanırım. Ya da AKP ve Erdoğan yakın zamana kadar LGBTİ+ bireyler konusunda yobaz gruplara bu kadar prim vermiyordu da denebilir heralde değil mi?

Cumhurbaşkanının o konuda videoları var biliyorsun, gay'ler hakkında. Cumhurbaşkanıyla ilgili en doğru saptamayı Berat Albayrak'ın ağzından duyduk. Çok net, çok doğru bir saptamaydı. "Bugün Cumhurbaşkanı o kadar seviliyor ki, öyle bir kitlesi var ki, aya dört şeritli otoban yaptı desek inanacak insanlar" dedi. Aslında Berat Albayrak onu sadakati tarif etmek ve Erdoğan'ı övmek için söyledi ama aslında kitleyi tanımlamış oldu. İktidarda kalmalarının en önemli ayağı o aya dört şeritli otoban döşenebileceğine inanan, iman etmek isteyenler. Sen onlara elinle kalp işareti yaptığında peşine takılacak insanlar değil onlar. Ben bir yazarlık ölçüsü olarak şuradan bakıyorum: AKP seçmenini nasıl ikna edersin? Yani ne olacak ve ne kadar olacak ki inanacaklar? Ben nasıl bir toplumda yaşadığımızı anlamak için sokak röportajlarını izliyorum, sosyal medyaya bakıyorum. Şimdi Türkiye'de akıl dışı tesis oldu. Her şey normalleşti; hem kapitalizm, hem din. Çimento çözüldü. Şu anda hani benim romanımdaki o otobüs yolculuğu sırasındaki doğudan batıya gelişteki renkler gibi bir Türkiye'de; çok yandan bölünmüş bir ülkede yaşıyoruz.

Türkiye'nin çözüldü dediğin "çimentosu" neydi?

Başta Kemalizm çözüldü. Ülkenin milliyetçilik anlayışında da çözülme oldu. Farklı milliyetçilikler işte ortaya çıktı. Türk sol tarihinde İbrahim Kaypakkaya'dan başka "Kemalizm ve Kürt meselesi" konusunda günümüzdeki netlikte konuşan bir gençlik lideri ya da grup olmadı mesela. 70'lere baktığında bir kesim Nazım Hikmet'i bile ancak Kuvay-i Milliye destanının ucundan tutmaya çalıştılar. Geçmişe attıkları teyellerde onu şimdiye bağlayacak bir takım kılcal damarlar arıyorlar günümüzde. Genel anlamda tarihsellik duygusu yavaş yavaş ortadan kaldırılmaya başladığı için herkesi ve her olayı kendi koşullarından, kendi zamanından kopararak yeniden konumlandırmaya çalışan yaklaşımlar çoğaldı. Son zamanlarda daha çok bu konularda denemeler yazıyorum. Tarihsel perspektifin kaybı ve gelecek tasavvurlarının ortadan kaldırılması üzerine. Bak bir diziden örnek vereyim: 1500'lerde geçen bir dizide adam kadına kur yaparken, kadın ona burun kıvırıyor, cevabı da "Benim standartlarım yüksektir" oluyor mesela. Şimdi o çağda "benim standartlarım" diye bir laf yok elbette. Bu sıradan diyalog günümüz seyircisi tez elden anlasın diye yapılıyor, ama bu yapılırken tarihteki birey tarihten siliniyor, tarihsel olan siliniyor. Tarihe önemsiz görünen bu sıradan müdahalenin tüm toplumsal düzlemlerde harekete geçtiğinde nasıl bir manzara ortaya çıkaracağını düşünelim. Günümüzdeki siyaseten doğruculuk adına yapılan bazı müdahalelerin de tarihsel silinmeye, bellek kaybına yol açtığını düşünüyorum. Sahte bir geçmiş yaratılmaya çalışılıyor. Oysa hakikat kaybı her şeyin kaybı demektir. Topyekûn bir çölleşmeye doğru giden tehlikeli bir süreç başladı, henüz virajları alıyoruz ama varacağımız yer pek hayırlı görünmüyor.

"Gerçek pahalı bir şey, biz ucuz pazarlıkları seven bir toplumuz"

Bu düzen içinde bana en çok dokunan kötülüğün giderek daha da sıradan hale gelişi. Herkes katil değil elbette ama bu toplum yeri geliyor katili öyle bir sahipleniyor ki ya da demin kitaptaki bir senin karakter üzerinden aklıma gelen Ogün Samast örneğinde olduğu gibi… Tetikçi yakalanıyor ama devletin memuru yakalanma anında fotoğraf çekilirken dahi tutukladığı kişi suçluymuş gibi yapamıyor.

Çünkü devletin çeşitli birimlerinde kendi bizatihi suçlu olmasa bile potansiyel suçlu insanlar çalışıyor. Küçük bir rol değişikliği kelepçe takanla kelepçe takılanın konumu her an değiştirebilir. Hatırlarsan romanın bir yerinde askerlerden birinin söylediği şey bu. Susurluk'taki kamyon kazasından sonra Türkiye'de bir şey olmadı. 17-25 Aralık'tan sonra Türkiye'de bir şey olmadı. Şu son depremden sonra bir şey olmadı. Türkiye bir şey olması için ne beklediğini söylemeli bize. Ben daha ne olması gerektiğini bilmiyorum. Sevdiğim bir Amerikan sözü vardır: "Dünyada herkese yetecek kadar bahane vardır" derler. Türkiye bahaneler konusunda doğal ve geniş zengin kaynaklara sahip bir ülke. Gerçek, hakikat pahalı bir şey. Bedel isteyen bir şey. Bizse ucuz pazarlıkları seven bir toplumuz. Hep başkaları suçlu, hep kader kurbanıyız, her durumda mağduruz. Haklı olmayı değil haklı çıkmayı önemseyen insanlarla dolu bir ülke bu. Kendini değil, zevahiri kurtarmak derdinde. Dersim kırımı, Maraş katliamı, 6-7 Eylül olayları, Madımak vahşeti, demin de dedim ya 365 günlük ajandasının her gününe bir katliam düşüyor, hatta bazı günlere çifter çifter günah düşüyor. Hangi biriyle yüzleşsin, hangi birini omuzlasın?

"Mevcuttan bu kadar memnun olandan derin nefesli eser çıkmaz"

Türkiye'de sol aydın profili son dönemde birkaç ayrı tipe dönüştü, kendi içinde de çok dövüşen bir gruptan bahsediyoruz. Ancak nihayetinde Türkiye'nin sanat külliyatı da yazın külliyatı da buralardan çıkmıştır. İslamcı yazar çizerin aynı ölçüde eser bırakamamış olduğu bir vakıa. Bir de tabii son dönem iktidardan gücünü alan bir kitle var ama o kadar iktidar gücüne ve paraya rağmen neden kültür endüstrisinde pek esemeleri okunmuyor. Neden?

Mevcuttan bu kadar memnun olandan derin nefesli bir iş çıkmaz. Sanat tedirgin ruhların işidir. Hiçbir şeye dair hiçbir şüphesi olmayan, derinleşmekten, değişmekten korkan insanlar nasıl kalıcı eser verecekler ki? Öte yandan sanatın sabit kuralları yoktur. Günün birinde biri çıkar, senin olmaz dediğini olur kılar. Ben daha çok genel manzaradan söz ediyorum. Dini ya da siyasi nedenlerle muhafazakarlarmış, başka yere savrulmuş insanların vardıkları yerde yeteneklerini koruyamadıklarını, aynı kalitede eserler veremediklerini de gördüğümüz oluyor. Ben o tür yazarların, şairlerin gençken yaptıklarına sahip çıkıyorum. Bir de şunu hiç unutmamak lazım; bütün sanat eserleri tarihin koruması altındadır, sahiplerinden bağımsızdır onlar. Çünkü o eserlerde yazarının sonradan savrulduğu yerin izi yoktur. İnsanlar değişir, yapıtlar değişmez, ikisini birbirine karıştırmamakta yarar var.

"Bir CEO'nun yüzünde gördüğüm hınç"

Türkiye'nin kuşkusuz en çok okunan yaşayan yazarlarındasın. Türkiye'de "edebiyat meşhuru" olmak nasıl bir durum?

Öncelikle şunu söyleyeyim, her durumda Tuğrul Eryılmaz'dan daha meşhur biri oluyorsun. Gerçi T24 okurları bu esprimi anlayacaklardır ama buraya gülen kafa emojisi koyalım :) Bu konuda bende hikâye çok. Bir tarihte pasaj içinde tezgâh açmış kitap satan birinden kitap alıyordum. Kredi kartımı çıkardım, kartın üzerindeki ismine baktı ve bana döndü: "Biliyor musunuz aynı sizin isminizde bir şair var" dedi. Ben de "Ya öyle mi, ben pek şiir okumam, bilmiyorum," dedim. Oysa Ajda Pekkan'la benim adım pek başkalarıyla karıştırılacakmış gibi duran adlardan değil sanki. Türkiye'de edebiyat ünlüsü olmanın böyle bir problemi var. Şarkıcının, futbolcunun, dizi oyuncusunun böyle sorunu yoktur. Seni kimin nerede ne zaman tanıyacağını bilemezsin, dolayısıyla tetik durman gerekir.

Daha önemli bulduğum bir örnek vereyim: Yakın bir tarihte restoranın birinde yan masada oturan adamlardan bir şirket CEO'su tanımıyordu beni. Yanımdakilerin uyarısı üzerine bozuldu. Oysa ben gerçekten hiç takılmam öyle şeylere. O sırada masamıza servis yapan genç kız gelip bana, "Bir imzanızı alabilir miyim?" dediğinde o kişinin yüzünde hınç gördüm. Hani "Ben bilmiyorum, bu biliyor" şeklinde bir hiddet ifadesi. Aslında sınıfsal bir şeyden söz ediyorum. Kızın o tavrı ona satın alamadığı bir şeyi hatırlatıyor, bir tanıma bilgisini.

Ama aslında şöhret demişken asıl şunları söylemek isterim. "Şöhret bir yanlış anlamalar toplamıdır" diye bir söz vardır. Özellikle sosyal medya çağı bunu büsbütün büyüttü. Sosyal medyada hakkımda söylenen, yazılan bazı şeylere baktığımda şaşırıyorum. Örneğin, o laf benim değil, o şiir bana ait değil. Ben öyle bir şey demedim, zaten öyle düşünmüyorum. Benim iddia edilen o konuda yazıp çizmişliğim söylemişliğim var mı? Bakın o olay hiç de öyle anlatıldığı gibi olmadı. Ya da benim o konuda bir tek sözüme, yazıma, demecime, röportajıma rastladınız mı peki? "El ağzına bu güven niye?" diyesim gelen günler de geçmişte kaldı artık. Gençliğimizde çok heves ettik ama, zaten şöhret dediğin ne ki? Sen zatına ve ardında bıraktığın hoş sadaya bak.
Okuyabileceğiniz diğer Murathan Mungan söyleşileri
▪ "Beşi bir romanda!"
Sema Arslan, Milliyet Sanat, Haziran 2004
▪ "‘Beşpeşe’ ciddi bir oyun yazdılar"
Elif Tunca, Zaman, 12 Temmuz 2004
▪ "Amok koşucusu"
Zuhal Bekler, Time Out, 3 Nisan 2008
▪ "Edebî Maratoncu"
Ayşegül Tuna, Time Out, Kasım 2007
▪ "Akıllı kadın yalnız kalmaya mahkûm"
Yeşim Çobankent, Elle, 3 Nisan 2008
▪ "Kadından Kentler"
, Demokrat Radyo, İzmir, 14 Nisan 2008
▪ "Kitapta ciddi bir amelelik var, dersimi çok çalıştım"
Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar Eki, 13 Nisan 2008
▪ "Kadınlar eşya, evlilik ve aşkla esir alınırlar"
Evrim Altuğ, Sabah, 13 Nisan 2008
▪ "Yazımı sürekli ateşe atarak ilerledim"
Nida Nevra Savcılıoğlu, Notos Öykü, Nisan 2008
▪ "Kadınlarla Kürtler’in kaderi ortak"
Ayça Örer, Taraf, 12 Nisan 2008
▪ "Erkekten kent değil, kasaba çıkar canım"
Pınar Öğünç, Radikal Cumartesi Eki, 3 Mayıs 2008
▪ "Kendini Şaşırtırsan Okuru da Şaşırtırsın"
Irmak Zileli, Remzi Kitap gazetesi, Mayıs 2008
▪ "Yazdıklarımdan yapılma bir adanın üzerinde yalnız..."
Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 19 Ekim 2007
▪ "Kentlerden Bir Tür Çöl Yaratılıyor; Betondan, Camdan, Çelikten Bir Çöl"
Serkan Ayazoğlu, arkitera.com, Nisan 2014
▪ "İyi öykücülerden kötü romancılar yaratıldı"
Buket Aşçı, Vatan Kitap, 14 Mayıs 2014
▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken"
Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016
▪ "Bunlar benim binbir gece masallarım"
Çağlayan Çevik, Hürriyet Kitap Sanat, 16 Şubat 2017
▪ "Var oluşumu anlamlandıran eşyam kalemim"
Adalet Çavdar, Milliyet Sanat, 10 Mart 2017
▪ "Merakı Bulaştırmak"
Berke Göl, altyazi.net, 15 Aralık 2022
▪ "Kültürel dünyada muhataplar eşit değil!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, 1 Temmuz 2000
▪ "Erkekler İçin Divan'ı ben yazmasam kim yazacaktı?"
Ahmet Tulgar, Milliyet, 2 Aralık 2001
▪ "Yüksek Topuklar’la geliyor"
Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 5 Mayıs 2002
▪ "Kadınlar üçlemesinin ilk kitabı"
Sema Uludağ, Radikal, 9 Mayıs 2002
▪ "Yazı iktidarsa hepimiz iktidarız"
Ayça Atikoğlu, Cumhuriyet Dergi, 30 Haziran 2002
▪ "Canımı çok yakan bir olay vardı"
Müjde Arslan, Özgür Politika, 3 Ocak 2004
▪ "İyi öpüşen bir sevgili dünyanın yarısı demektir"
Ayşe Arman, Hürriyet, 10 Temmuz 2005
▪ "İyi Türkçe yazanların çoğu Türk kökenli değil"
Derya Sazak, Milliyet, 11 Temmuz 2005
▪ "Klonlanmak istiyorum"
Pınar Öğünç, Radikal Kitap Eki, 15 Temmuz 2005
▪ "Rüya görür gibi şarkı görüyorum!"
Filiz Aygündüz, Milliyet Pazar, 19 Mart 2006 Pazar
▪ "Kedi cama inanmaz, ben zamana"
Özlem Altunok, Cumhuriyet Dergi, 24 Temmuz 2006
▪ "Melodram her an hayatımızın içinde"
Yeşim Tabak, Pazar Sabah, 27 Mayıs 2007
▪ "İyi bir sanatçı kendini SİT alanı ilan etmeli"
Ayça Atikoğlu, Gazeteport, 25 Haziran 2007
▪ "Olgunluğumun saltanatını sürüyorum artık"
Sevin Okyay, Radikal, 26 Temmuz 2007
▪ "Şiire, yazıya hep temiz davrandım"
Deniz Durukan, Radikal, 12 Aralık 2007
▪ "Arenayla opera arasında bir hayat benimkisi"
Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 8 Nisan 2011
▪ "Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı"
Zeynep Miraç, Hürriyet Pazar, 23 Şubat 2014
▪ "Bu toprakların asli meseleleri"
Pınar Öğünç, Radikal Kitap, 3 Mart 2014
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X